Şoför Tarafından Dağda Bırakılan Yolcular

Türkiye’de insanların canlarının kimlere emanet edildiğini hiç düşündünüz mü? Hızlı yaşam savaşımı içinde bunu düşünmeye hiçbirimizin vakti yok. Ama bir düşünmeye kalksak insan aklını kaçırır. Canımızı kimlere teslim ediyoruz?  Aşağıdaki olay bu sorunun, belki de ufak bir cevabıdır.

Çıkmaz bir ayın beşinde gece saat 21.45’te İzmir’den bir otobüs İstanbul’a hareket eder. Otobüs Çanakkale üzerinden İstanbul’a gelmektedir. Gelibolu’yu geçince hava bozar. ‘Kardan, tipiden göz gözü görmez. Herkes Korudağı’ndan korkmaktadır. “Korudağı’ın atlatalım gerisi kolay” lafı ağızdan ağıza dolaşmaktadır.

Ve herkesin korktuğu başına gelir. Otobüs Korudağı’nın tepesinde kara saplanır. Saat sabaha karşı dört buçuktur. Şoför ayağa kalkar:

“Kurtuluş için tek çaremiz var, güçlü kuvvetli birkaç kişi, aşağı inip arabayı itecek, ben de direksiyonda bütün ustalığımı göstereceğim.”

Başka çare yoktur. Otobüs dağ başında kara saplanıp kalmıştır. Yolculardan 13 tane gönüllü çıkar. Kapıyı açıp aşağı inerler. Otobüsün devrileceğinden korkan çocuklu bir kadınla, yetmişlik bir ihtiyar da onlara katılır. Çocuklu kadınla, yaşlı adam gönüllülere “Ha gayret, biraz daha!” diye güç verirler. Onlar da kar, tipi altında otobüse dayanıp kurtarmaya çalışıyorlar.

Otobüsün tekerlekleri yavaş yavaş dönmeye başladı:

“Hayda, hooop, ha gayret, biraz daha, aman dikkat!” derken otobüs birden kalkıverir, kardan düze çıkıverir.

Otobüse dayananlar derin bir oh çekerler… Biraz sonra başlarına geleceği ne bilsinler. Kurtulan otobüs durmaz! Birkaç kişi can havliyle yetişip atlar. Diğerleri bir süre koşar, ama otobüsü kaçar.

Yaşlı adam, çocuklu kadın ve o kadar kişi Korudağı’nın tepesinde kalakalırlar. Hem de kar, hem de tipi altında… Be insafsız şoför, hiç mi vicdanın yoktu?” diye bir süre bağırıp çağırırlar.

Sonra can pazarı başlar. Dağın başında donup ölmek de vardır. Paltoları, pardösüleri bile otobüste kalmıştır. Çocuklu kadın ağlamaya, yaşlı adam duaya başlar. Diğerleri de ne yapacaklarını bilemezler. Sabahın dört buçuğunda Korudağı’nda karda, tipide kalmak. Sağa sola koşuşup, çare aramak…   .

Tam umutlarını yitirecekleri sırada “Hızır” yetişir. Uzaktan bir otobüs görünür. 34 YT 302 plakalı otobüsün şoförü Hasan Ünal onları ölümden kurtarır ve gerisin geriye Gelibolu’ya götürür.

Doğru Gelibolu Emniyet Müdürlüğüne sığınırlar. Nöbetçi Polis İhsan Koçak hepsini buyur edip elinden geldiğince ağırlar. Başlarına geleni, öğrenince de telsizle Keşan’ı arar. Niyeti “o vicdansız şoförü” yakalatmaktır. Ama Keşan cevap vermez.

Biraz sonra gün ağarır. Emniyet Amirliğinin görevlileri birer İkişer gelmeye başlar. Hikâyeyi duyan “Vay namussuz” der başka bir şey demez. Canlarını kurtarmışlardır ama onların canlarını hiçe sayan bu şoförden hesap sorulmayacak mıdır?

12 kişiyi dağ başında yaşlı, çocuklu demeden ölüme bırakan şoförden hesap sorulmayacak mıdır? Hep birlikte bir dilekçe hazırlarlar ve savcılığa verirler. Herkes onlara hak vermektedir ama ne yapılabilir? Bu şoför hakkında hangi kanunun, hangi maddesi uygulanacaktır?

Kanun yapıcı herhalde böyle bir vicdansızlığı düşünememiştir. Tek çare vardır, otobüs firması hakkında tazminat davası açmak… Ama 12 kişinin hiçbiri de bunu istemez. Onların canları birkaç kuruş tazminattan çok daha önemliydi.

Bu arada otobüs şirketinin sahibi İzmir’den telefon edip dava açmamalarını, her türlü yardımı yapacağını, onların zararını ödeyeceğini hem polise, hem de 12 kişiden Murat Acıpayamlı’ya söyler.

Hayır davacıydılar. Dilekçelerini verirler. ‘İstanbul’a dönerler. Sonuç arkadan gelir.

Şoför hakkında takipsizlik kararı verilmiştir.

Yorum bırakın