Karagöz

İlk müşterisi benim.. Hem de inat için Kiiçiik îsmailiıı tâ karşısına geçip oturacağım…”

Abdürrezzak sahne hayatının bıı ikinci devrinde ilk oyununu 27 Haziran 1909 Pazar günü Yoğurtçu çayırındaki tiyatroda oynamıştı; ertesi gün çıkan Karagöz gazetesinde Çapaçııl imzasiyle şöyle bir bend vardır: “Abdi ilk defa olarak sahneye çıkacakmış.. İşitilir de hiç durulur mu?.. On İki senedenberi müştakı didan olduğum o koca gövdeyi görmek için Yoğurtçu çayırına değil, dünyanın en dik bayırına bile tırmanırım.. Bir kalabalık, bir kalabalık kİ mâhaşerailah…”. Bu gazetenin ayni nüshasında Abdiııin bir de ilânı vardır: “Yarın Göztepede Mamada Abdürrezzak Efendi tiyatro lûbiyatı icra edecektir.”

Meşrutiyet devrinin poletika gürültüleri, zincirleme girişilen İtalya, Balkan ve birinci Cihan Harpleri İstanbul halkında ağız tadı, neş’e, şataret. zevki! safa arzulan bırakmamıştı; biiyiik komik de bu insanlardan biriydi; ihtiyarlamışh da, ne eski coşkun rağbeti buldu, ne de eski “ Abdürrezzalu şîrîn mezzak” olabildi. Sahneye sadece geçim kavgusiyîe çıktı, hattâ bir ara da başka sahalarda çalışmayı düşündü. Kadıköyünde Altıyolağzında bir ms hallebici dükkanı açtı, fakat işletemedi. Son oturduğu ev de Altıyolağzında idi. Bir üremi nin kendisini ölüm döşeğine yatırdığı zamana, ölümünden bir, bir buçuk ay evveline gelinceye kadar oynadı: Türkiyeye sıçramak üzere bulunan Cihan Harbi ateşini endişe ile takip eden İstanbul halkını semt.semt dolaşarak a zıeık neşelendirmeğe çalıştı. 1914 Haziranında Üsküdar Icadiyc tepesinde “Kanlı İntikam” ı oynadı; Temmuz başlarında Kel Haşan, Aleksan ve Şahinyan ile beraber Şehza edbaşındaki Şark tiyatrosunda “Tayyar zadece çıktı; ve bu ayın sonlarına doğruda hastalandı. Hastalığının ilk günlerinde, Altı yolağındaki evinin penceresinden gelip geçenlerle şakalaşmağa çalıştığı söylenir.

Büyük komik Abdürrezzak Efendi, İstanbul tarihinin eşsi zbir şenlik gününde, kapitii lâsiyonların kaldırıldığının ilâtı edildiği gün öldü; öyle ki. Sabah gazetesi, çılgın bir neş’e içinde ayaklanmış olan İstanbul halkına bu acı haberi verebilmek için, dört büyük sayfasından, ancak dördüncü sayfasının son sütunun cn sonunda bir yer ayırabilmişti.

Katliamdan Sonra Bir Genç Kız

Antalya’dan kalkan otobüs Eskişehir’e yaklaşmak üzereydi. Arkadan bir feryat koptu… Genç bir kız ayağa fırlamış, yanında oturan yaşlı kadıncağızın da kolundan çekerek sürüklemeye çalışıyordu:

“İmdat, imdat! Bizi kaçırıyorlar. Vallahi anneciğim, doğru söylüyorum, bizi kaçırıyorlar.”

Herkes yerinden fırladı. Acaba arkada ne oluyordu? Ortam öyle bir ortamdı ki, her şey olabilirdi. İlk şaşkınlık çabuk geçti, kimsenin kimseyi kaçırdığı yoktu. Ama genç kız bağırıyordu:

“Anneciğim, anneciğim bizi kaçırıyorlar. Kurtarın bizi!”

Neredeyse annesiyle birlikte pencereden atlayacaktı. Annesi ve diğer yolcular genç kızı sakinleştirmeye çalışıyorlardı ama nafile! Genç kız bir kez kaçıracaklar korkusuna kapılmıştı. Kızcağızın ruhsal bir bunalım geçirdiği ortadaydı.  Zavallı kadıncağız bir taraftan evladını yatıştırmaya çalışırken, bir taraftan da etrafa dert anlatıyordu:

“Hukukun son sınıfında… Üniversiteye bomba attıkları gün oradaymış. Canını zor kurtarmış. Arkadaşlarının parçalanıp öldüğünü görmüş. O günden beri bu hale geldi. Doktorlar, sakin bir yere götürün bu çevreden uzaklaştırın, dediler. Aldım Antalya’ya getirdim, hiçbir şey değişmedi. Hep böyle! Okutmazolaydım. Ne kısmetler çıktı vermedim. Okusun, dedim. Ağzım tutulaydı. Yavrum bu hale geldi.”

Genç kız hâlâ aynı korku içinde çırpınıyordu : “Bizi kaçıracaklar anneciğim. Hani İstanbul’a gidiyorduk. Bak Antalya yazıyor.”

Kadıncağız yalvarıyordu: “Yapma kızım, güzel evladım, kimsenin bizi kaçıracağı yok. Bak burada beyler, hanımlar var, hepsi bizi koruyor. Kimse seni bırakmaz. Kim kaçıracakmış, niçin kaçıracakmışlar. Korkma güzel yavrum.”

“Hayır anneciğim kaçıracaklar. Seni de etkilemişler, bizi kaçırıp öldürecekler. Açın kapıyı inelim.”

Kadıncağız perişan olmuştu:

“Görüyorsunuz halimi, kendime mi yanayım, evladıma m” yanayım! Ben de kalp hastasıyım. Bana da bir ha! olacak…”

Bütün yolcular hem kadıncağızı, hem de kızını ellerinden geldiği kadar teselli etmeye çalışıyorlardı. Herkes son çareyi Eskişehir’de bulmuştu: “Eskişehir’e gelelim, otobüsten insin, biraz hava alsın iyileşir inşallah. Otobüs sıktı zavallıyı…”

Eskişehir’e gelindi ama kızcağız daha fena oldu. “Kaçıracaklar bizi!” diye çırpınıp duruyordu. Derken annesi de fenalaştı. Bir taksiye koyup ikisini de hastaneye yolladılar. Sonrasını kimse bilemedi. Otobüs, yolcularını alıp gitti. Yolcu yolunda gerekti…

Şoför Tarafından Dağda Bırakılan Yolcular

Türkiye’de insanların canlarının kimlere emanet edildiğini hiç düşündünüz mü? Hızlı yaşam savaşımı içinde bunu düşünmeye hiçbirimizin vakti yok. Ama bir düşünmeye kalksak insan aklını kaçırır. Canımızı kimlere teslim ediyoruz?  Aşağıdaki olay bu sorunun, belki de ufak bir cevabıdır.

Çıkmaz bir ayın beşinde gece saat 21.45’te İzmir’den bir otobüs İstanbul’a hareket eder. Otobüs Çanakkale üzerinden İstanbul’a gelmektedir. Gelibolu’yu geçince hava bozar. ‘Kardan, tipiden göz gözü görmez. Herkes Korudağı’ndan korkmaktadır. “Korudağı’ın atlatalım gerisi kolay” lafı ağızdan ağıza dolaşmaktadır.

Ve herkesin korktuğu başına gelir. Otobüs Korudağı’nın tepesinde kara saplanır. Saat sabaha karşı dört buçuktur. Şoför ayağa kalkar:

“Kurtuluş için tek çaremiz var, güçlü kuvvetli birkaç kişi, aşağı inip arabayı itecek, ben de direksiyonda bütün ustalığımı göstereceğim.”

Başka çare yoktur. Otobüs dağ başında kara saplanıp kalmıştır. Yolculardan 13 tane gönüllü çıkar. Kapıyı açıp aşağı inerler. Otobüsün devrileceğinden korkan çocuklu bir kadınla, yetmişlik bir ihtiyar da onlara katılır. Çocuklu kadınla, yaşlı adam gönüllülere “Ha gayret, biraz daha!” diye güç verirler. Onlar da kar, tipi altında otobüse dayanıp kurtarmaya çalışıyorlar.

Otobüsün tekerlekleri yavaş yavaş dönmeye başladı:

“Hayda, hooop, ha gayret, biraz daha, aman dikkat!” derken otobüs birden kalkıverir, kardan düze çıkıverir.

Otobüse dayananlar derin bir oh çekerler… Biraz sonra başlarına geleceği ne bilsinler. Kurtulan otobüs durmaz! Birkaç kişi can havliyle yetişip atlar. Diğerleri bir süre koşar, ama otobüsü kaçar.

Yaşlı adam, çocuklu kadın ve o kadar kişi Korudağı’nın tepesinde kalakalırlar. Hem de kar, hem de tipi altında… Be insafsız şoför, hiç mi vicdanın yoktu?” diye bir süre bağırıp çağırırlar.

Sonra can pazarı başlar. Dağın başında donup ölmek de vardır. Paltoları, pardösüleri bile otobüste kalmıştır. Çocuklu kadın ağlamaya, yaşlı adam duaya başlar. Diğerleri de ne yapacaklarını bilemezler. Sabahın dört buçuğunda Korudağı’nda karda, tipide kalmak. Sağa sola koşuşup, çare aramak…   .

Tam umutlarını yitirecekleri sırada “Hızır” yetişir. Uzaktan bir otobüs görünür. 34 YT 302 plakalı otobüsün şoförü Hasan Ünal onları ölümden kurtarır ve gerisin geriye Gelibolu’ya götürür.

Doğru Gelibolu Emniyet Müdürlüğüne sığınırlar. Nöbetçi Polis İhsan Koçak hepsini buyur edip elinden geldiğince ağırlar. Başlarına geleni, öğrenince de telsizle Keşan’ı arar. Niyeti “o vicdansız şoförü” yakalatmaktır. Ama Keşan cevap vermez.

Biraz sonra gün ağarır. Emniyet Amirliğinin görevlileri birer İkişer gelmeye başlar. Hikâyeyi duyan “Vay namussuz” der başka bir şey demez. Canlarını kurtarmışlardır ama onların canlarını hiçe sayan bu şoförden hesap sorulmayacak mıdır?

12 kişiyi dağ başında yaşlı, çocuklu demeden ölüme bırakan şoförden hesap sorulmayacak mıdır? Hep birlikte bir dilekçe hazırlarlar ve savcılığa verirler. Herkes onlara hak vermektedir ama ne yapılabilir? Bu şoför hakkında hangi kanunun, hangi maddesi uygulanacaktır?

Kanun yapıcı herhalde böyle bir vicdansızlığı düşünememiştir. Tek çare vardır, otobüs firması hakkında tazminat davası açmak… Ama 12 kişinin hiçbiri de bunu istemez. Onların canları birkaç kuruş tazminattan çok daha önemliydi.

Bu arada otobüs şirketinin sahibi İzmir’den telefon edip dava açmamalarını, her türlü yardımı yapacağını, onların zararını ödeyeceğini hem polise, hem de 12 kişiden Murat Acıpayamlı’ya söyler.

Hayır davacıydılar. Dilekçelerini verirler. ‘İstanbul’a dönerler. Sonuç arkadan gelir.

Şoför hakkında takipsizlik kararı verilmiştir.

Balık Baştan Koktu Kuyruğa Geliyor

“Anarşi var!”

“Anarşi kol geziyor!”

“Devlet eiden gidiyor!”

Son yıllarda hiç dilimizden düşmeyen laflar bunlar. Anarşi nerede var? Anarşi niçin kol geziyor? Devlet neden elden gidiyor?

Anarşi, durup dururken gelmez. Anarşi, güle oynaya kol gezmez. Devlet de kolay kolay elden gitmez. Bütün bunlar neden olur, bilir misiniz? Balığın baştan kokmasından…

Balık baştan nasıl kokar? Görün bakın, işte böyle kokar! Sayıştay nedir, siz bilir misiniz Sayıştay! Eskilerin deyimiyle Divanı Muhasebattır. Yani devletin bütün hesaplarını o denetler. Yüce bir Anayasa kuruluşudur. Ve şimdi bu kuruluşun iki başkanı vardır.

Meclis Başkanı Cahit Karakaş bir tarafta, Senato Başkam Atalay ile Bütçe Plan Komisyonu Başkanı Yılmaz Alpaslan bir taraftadır. Meclis Başkanı Karakaş, Bütçe Plan Komisyonundaki seçimi kabul etmemekte ve Cahit Eren’i Sayıştay Başkanı olarak tanımamaktadır. Eski Başkan Vasfi İlter’e de yazı yazarak, görevini devretmemesini istemektedir.

Bütçe Plan Komisyonu Başkanı Yılmaz Alpaslan ile Senato Başkanı Sırrı Atalay ise tam karşı görüşü savunarak Cahit Eren’in başkan olduğunu, seçimin yasal olduğunu söylemektedirler.

Ve şimdi Sayıştay Başkanı olduğunu iddia eden iki kişi vardır. Ve birbirlerine görevi devretmemektedirler.

İşte balık böyle baştan kokar. Bütçe Plan Komisyonunda Kayseri Üniversitesiyle ilgili yasa tasarısı görüşülecektir. Devlet Planlama Teşkilatının görüşünün alınması gerekmektedir. DPT, Komisyona temsilci göndermemiştir. Komisyon üyeleri, “Başbakan Yardımcısı, Maliye Bakanı, sayın planlamacılarımızı beklemektedirler. Feyzioğlu dayanamaz, hemşerisi Maliye Bakanı Müezzinoğlu’na patlar. Ne de olsa ikisi de Kayserilidir ve görüşülecek konu da Kayseri. Üniversitesidir:

“Beri sana, dün planlama temsilcilerini buraya getir dedim, niye yoklar?”

Feyzioğlu’nun bu çıkışına Müezzinoğlu da karşılık verir: “Ben söyledim ama gelmediler, ne yapabilirdim.”

Komisyon Başkanı Yılmaz Alpaslan açar ağzını yumar gözünü, demediğini koymaz. Öğleye doğru DPT Müsteşarı Bilsay Kuruç, komisyona gelince, Alpaslan yine veryansın eder:

“Buraya, bu komisyona, gerekirse başbakan da çağrılır, hesap sorulur. Bir müsteşar kendisini Meclis iradesinin üstünde göremez. Niçin gelmediğini ve mazeretini açıklamalıdır.” CHP’li Etem Kılıçoğlu daha da ileri gider:

“Müsteşar bu demokratik düzenin bir parçasıdır. Bu düzenin içinde ise yetkili organların davetine icabet eder ve görevini yapar. Eğer yapmak istemezse çekip gider. “Burada, komisyonun önünde, gelmeme mazeretini açıklasın. Açıklamadığı takdirde ben bu komisyondan giderim.”   –

Müsteşar Kuruç mazeretini söyler:

“Davetten bu sabah haberdar oldum.”

Oysa Maliye, Bakanı Müezzinoğlu ve Komisyon Başkanı Alpaslan dünden beri Planlamaya haber verdiklerini, çağırdıklarını söylemektedirler.

İşte balık, böyle baştan kokar. Petkim, Ankara’da yeni bir bina yaptırmıştır. Enerji Bakanlığı dü bu yeni binaya göz dikmiştir. Petkim binayı vermez. Vay sen misin vermeyen! Enerji Bakanlığı bir gecede kamyonlarla bu binaya taşınır. Petkim, koşup mahkemeden “men’i müdahale” kararı alır. Yani Enerji Bakanlığını geldiği yere gönderecektir. Mahkemenin kararı uygulanamaz.

Niye? Devlete karşı “cebri icra” olmaz da ondan… işte balık böyle baştan kokar.

Ve bu balık koka koka, tüm memleketi kokutur.

Adam balıkçıya sormuş:

“Balık taze mi?”

“Taze beyim, canlı canlı, diri diri…”

Adam başlamış balıkları kuyruğundan koklamaya…

Balıkçı şaşırmış:

“Yahu sen ne yapıyorsun. Balık kokmuş olsa, başından kokar!”

Adam balıkları kuyruğundan koklamaya devam etmiş : “Baştan nasıl olsa kokmuş ama kuyruğa kadar gelmiş mi, ona bakıyorum.”

Aynıyla vaki!

Zaten balık, pek taze balık değildi, bitli yorgan MC ile birlikte, koku kuyruğa doğru yürüdü ve dahi yürüyor. Şu kokuyu, kuyruğa varmadan bir kesebilsek… Ama kesilecek. Göreceksiniz mutlaka bir ölçüde kesilecek. Hem de Süleyman “Beye ve cümle şürekâsına inat, ‘kesilecek. Bu milletin burnu, bu kokuya dayana…..

Eski Bir Mektup

Sevgili kardeşim ve arkadaşım,

Mektubunu ah vah ve dahi eyvah sesleri arasında okudum. Aman kardeşim sen ne haltlar yemişsin. Ne işler çevirip, neler karıştırmışsın. Anlattıkların ne hesaba gelir, ne de kantara! Ankara’da bir seminere katılacağım, diye tutturmuşsun. Zar zor, torpilsiz işi punduna getirip seminere gitmişsin. Seminer sonunda ilk derecelere girmemekle birlikte yine de başarılı olmuşsun. Tebrik ederim. Ama bundan sonra? İşte ondan sonra işleri karıştırmışsın. Bak neler yaptığını kendi ağzından dinle:

Ankara’dan gelince boş zamanlarımı değerlendirerek 40 daktilo sayfası “Seminer Anılarım” adlı bir rapor hazırladım. Birer örneğini Ankara’daki ilgililere, bir örneğini de çalıştığım fabrikaya verdim. Ankara’dan gelen cevapların hepsinde takdir ve tebrik ediliyordum. Şimdiye kadar seminere katılan hiç kimseden böyle bir rapor gelmediğini bildiriyorlardı. Ancak bizim fabrika idaresi, raporu 8 ay beklettikten sonra kayıtsız kuyutsuz iade etti.

Hey Allah’ım! ‘Kardeşim sen iyice sapıtmışsın, ya da üşütmüşsün. Sen bugüne dek raporların bir işe yaradığım nerede gördün. Raporlar hasıraltı değirmeninin hammaddesidir. Dua et ki iade etmişler. “Tuttum, vazifeli bulunduğum’ muhasebe servisinde bazı yeniliklere kalkıştım. Yıllarca önce bastırılmış, bugünkü işçi ücret ödemelerine ters düşen bordroları değiştirmek için yeni bir örnek hazırladım. Zamandan, kâğıt ve işçilikten tasarruf sağlayacaktım. Netice sıfıra sıfır elde var sıfır.”

Oh olsun! Sana mı kaldı âleme nizam vermek. Sana, salla başını al maaşım, demediler mi? Demişlerdir ama bir kulağından girip, bir kulağından çıkmıştır. Eğer senin dediklerin doğru olsaydı, sayıp büyüklerin herhalde senden önce yaparlardı. Onlar düşünmediğine göre şenin düşünmen, düşünmekten vazgeçtik bir de yapman, ne küstahlık!

Seminerde bir kişi ortalama 1200 liraya mal oluyordu. Bakanlığın harcamalarını da buna eklerseniz maliyet en az 2 bin liraya varacaktı. Seminere 113 kişi gitmişti. Demek ki, devlet bir kalemde 226 bin lirayı bu arkadaşlara harcamıştı. Peki bunun karşılığı ne olmuştu? Yani bu eğitim bizim fabrikaya ne yarar sağlamıştı?  İşbaşı eğitimi organize edilmiş, iş öğretimi planlaşmış, iş usulleri geliştirilmiş, iş münasebetleri düzenlenmiş, haberleşme etkin duruma getirilmiş, iş emniyeti temin edilmiş miydi? Neticede maliyet ne

kadar düşmüş, kalite ne derece yükselmiş, imalattaki artış yüzde kaça çıkmıştı? Kınaca verim ne ölçüde artmıştı?” “Hay Allah’ım! Yahu bunlardan sana ne? Sen garip bir çingenesin, gümüş zurna neyine? Ama dinlemez ki! Daha da devam eder.

“’Bunu anlamak için bir araştırma hareketine giriştim. 27 kişiyle konuşarak kendilerine bazı sorular sordum. Ortaya şahane nedenler çıktı. ‘Bir devlet işletmesinde hâkimi olan zihniyet nedir? İşler neden yatar? Eğitim niçin güme gider? Devlet üretimi neden pahalıdır? Ücretler işe neden düşüktür? Çalışma ne sebeple sabahın karanlığından, akşamın karanlığına kadar sürer? İş,      neden iki misline çıkmaz? Hulasa her şey çarşaf gibi önüme serildi.” İyi halt ettin! Sen şimdi çarşafın akını da, karasını da görürsün. Bak adamı nasıl çarşaflatırlar!

“Bu araştırmanın, eğitim, değerlendirme toplantısında, değerlendirilmesi gerekti. Böyle bir toplantı yapılabilmesi için başvurmadığım kimse kalmadı. Sonunda genel müdürlüğe durumu arz ettim. Genel müdürlük, etkili ve yetkili bir kişiyi gönderdi, Gelen önemli kişi müracaatımın nedenleri ortadayken, sanki başka nedenler varmış, onlar ortaya çıkarılmak isteniyormuş gibi beni sorguya çekti. Aradan iki ay geçti. İki ay sonra o önemli kişinin huzuruna tekrar çıktım. Müracaatımın ne olduğunu soracak oldum, Vay sen misin soran! Önemli kişi bir celallendi kil Ben kim oluyormuşum da eğitimin hesabını sürüyormuşum. Bu ne cüret, ne haddini bilmezlikmiş… Bir fabrika işçisi, kalkacak da koskoca müdürlere, efendi, bunca adam eğitime gitti, yüz binler harcandı, bundan devlet millet ne kazandı, işin püf noktası, aksayan tarafı nedir? diye saracak. Bana, buyurun, diye kapıyı bir gösterdi ki, sorma, ama hiç sorma.”

Sorma ya! Yap yap sonra sorma diye hesap yermekten kaç. ‘Biz sana yıllardan beri ne dedik. Kaçma, karışma, çalışma dedik. Ama sen kim, bizim lafımızı dinlemek kim? Bari bundan sonra aklını başına devşir. Kimsenin dalgasını taşlama. Dönen dümenlere akıl erdirmek senin ne haddine. Sen de yapış kazanın kulpuna! Böyle gelmiş, ama böyle gitmeyecek, diyorsun değil mi? İstediğin kadar de! Sen o zamana1 kadar postu çoktan deldirmiş, kuyruğu titretmiş ölürsün. Ama sen yine bakma benim laflarıma!  Çoluk çocuğa selam.

Atışa devam!

Eski Türk Hikayelerinden Derlemeler

Tevetoğlu Böyle Konuşur

AP Samsun Senatörü Fethi Tevetoğlu Çorum kongresine davet edilmişti. Tevetoğlu günlerden beri kongre kongre dolaşıyor ve hiç durmadan konuşuyordu. Çorum’da da kürsüye çıktı. Önce sağ kolunu dimdik ileri uzatıp dinleyicileri selamladı. AP liIer bu maruf senatörlerinin ne diyeceğini merak ediyorlardı. Tevetoğlu “Aziz Çorumlular!” diyerek söze başladı. Sonra birkaç saniye durdu, gözlerini kendisini dinlemeye hazırlanan kalabalığın üzerinde gezdirdi ve devam etti : “Sözlerime başlamadan size niçin ‘Aziz Çorumlular dediğimi izah edeyim!”

Konuşmasının başında cafcaflı birkaç laf ederek alkış toplamak istiyordu. “Siz azizsiniz, çünki” Dinleyenler merakla gözlerini dört açmış, lafın sonunu bekliyorlardı. “Siz azizsiniz çünkü, aziz olan ekmek Çorum’da yapılır!” Tevetoğlu birkaç alkış bekledi. Ne gezer! Siz azizsiniz çünkü, aziz camiler Çorum’da vardır!”

Hayret, yine alkış yok! Siz azizsiniz çünkü, aziz olan minareler Çorum’da yükselir!” AP’liler pür dikkat senatörlerini dinliyorlardı. Ne alkış, ne ses, ne de nefes!.. Tevetoğlu hırsından dudaklarını ısırdı. Nereden girmişti bu laf çıkmazına! Ama başaracaktı. Sağ yumruğunu sıktı, sesini ayarladı ve başladı:

Aziz Çorumlular! Siz azizsiniz! Çünkü Samsun’da denize iki beton kol uzanır. O kolların içindeki taşları birbirine tutturan, yapıştıran çimento Çorum’dan çıkar. Bu çimento azizdir! Siz de çimento gibi azizsiniz!” Salonda bir alkış yükseldi.

Tevetoğlu hızlandı : “Çimento gibi aziz hemşerilerim! Sağ olun, var olun Mübarek çimentonun çıktığı Çorum’un aziz sakinleri! İşte si; bundan dolayı azizsiniz! Siz bin yaşayın! Kahrolsun komünistler!..” Bütün salon ayağa kalkmış, Tevetoğlu’nu çılgınca alkışlıyordu.

Gökay Halı Altında Ne Arıyordu?

Yüksek Planlama Kurulu toplantılarından birinde, İmar ve İskân Bakanı Fahrettin Kerim Gökay salona telaşla girdi, çantasını masaya koydu, önce dolapları aradı, sonra eğildi masanın altına baktı. Bütün Bakanlar Gökay’ı hayretle takip ediyor, içlerinden “Dur bakalım ne olacak” diyorlardı. Gökay yerdeki halıyı da eliyle kaldırıp altını dikkatle inceleyince Sanayi Bakanı Fethi Çelikbaş dayanamayıp sordu : “Ne arıyorsun Allah aşkına?” Gökay cevap verdi : “Gazeteci!”

Norstad Yetişecek İnönü Bekleyecek

İnönü ve Norstad… İkisi de asker… Biri dün 79 yaşının ilk günü yaşadı, diğeri dün Türklere veda etmek için Türkiye’ye geldi. Bu, onun Türkiye’ye ikinci gelişi. Norstad Ankara’ya ilk gelişinde İnönü ile tanışmış ve Paris’e döndüğü zaman, “O günü asla unutamayacağım.” diyerek bir gazeteciye şunları söylemişti.

“O gece saat 22.30’a kadar süren bir yemek vardı. Ben işlerimin ve yolculuğun tesiri ile kendimi yorgun hissediyordum. Onu da yorgun görseydim hiç şaşmayacaktım. Çünkü sabahın erken saatlerinden gecenin geç saatlerine kadar ağır bir mesai yaptığını biliyordum. Fakat o hiç yorgun gözükmüyordu. Konuşma sırasında yaşından bahsetti. Ona müsterih olmasını, kendisine yetişeceğimi söyledim. Güldü ve hemen cevap verdi ; ‘Sizi bekleyeceğim!’

Tarihte Duymadığınız İlginç Hikayeler

Öğretmeni Berberde Tıraş Ettiler…

Bu yazıya   “Kadirli’den sevgilerle” diye başlayacağız ve öyle bitireceğiz “Kadirli’den sevgilerle!” diyerek…

Öğretmen bu yıl Gazi Eğitim Enstitüsünü bitirmiş ve Kadiri ’ye atanmıştı. Genç olmasına genç, ülkücü olmasına ülkücü, Atatürkçü olmasına Atatürkçüydü. Ve bütün bunlar devri demokrasinin ne büyük günahıydı! Mimlenmişti öğretmen. Kırıkhan’da adam öldüren, İslahiye’de avukat yaralayan, şurada burada yol kesip “ “Huzur planını” uygulayanlar tarafından mimlenmişti. Yaman adamlardı huzur planı’nın uygulayıcıları. Saç keser, favori kazırlardı. Kulaklarına fısıldanmış, kafalarınag yazılmıştı: “Gomonist dediğin saçından ve de favorisinden belli olur. Kestin mi saçını, yoldun mu favorisini cascavlak kalırlar ortada! ”

Mimli öğretmen de akşam lokantada yemek yiyordu. Ne karşı masada palabıyıklı vatandaşların kafasından geçenlerden, ne de lokantanın dışında tezgâhlanan oyunlardan haberi yoktu. Arkadaşıyla birlikte yemeğini yedi, hesabını ödedi ve tam dışarı çıkarken yolu kesildi. Yol kesenler lafı uzatmadan konuya girdiler:” Senin saçını ve favorilerini keseceğiz.” öğretmen önce şaşırdı, sonra durumun ne durum olduğunu hemen anladı ve anlamamazlığa geldi:

“Siz kimsiniz acaba? Berber misiniz?””Ne berberi lan! Ben falanım. Tanımıyon mu? Saçlılara, favorililere, mimlilere, maksililere harp ilan ettim. Elimde liste var, bugün sıra sende!” öğretmen yine aşağıdan aldı : “Saçlarımı ve favorilerimi yarın ben kestirsem olmaz mı?”

Olmazdı! Kanun yürürlüğe girmişti. Sıra ona gelmişti. Bir-den öğretmenin etrafını sardılar ve yaka paça berbere götürdüler. Berber usturasını bilemiş, makinesini temizlemiş müşterisini bekliyordu. Öğretmeni pencere yanındaki koltuğa oturttu ve tarif üzerine bir güzel tıraş etti. Dışarıda toplananlar insanlık onurunu yücelten bu sahnenin bedava şakşakçılarıydılar. Öğretmen kazınırken güruhun başı “Sana bunca haber yolladım” diyordu, “Kessin saçlarını ve de favorilerini, diye. Dinlemedin. Benim forsumu kırdın… Gör bakalım şimdi ben ne yaparım adama!” Öğretmen adamın ne yaptığını önündeki aynadan görmüştü. Tıraş bitti. Kahraman dışardakilere sırıtarak baktı ve öğretmene sordu: “Kahveni nasıl içersin? “İçmemi!  “O halde rakı içelim.” “Onu da İçmem!” “Öyleyse şehadet getir.” Öğretmen istenileni yapar. Saç kesici kahraman sokaktakilere döndü : “Dindaşlarım, işimiz bitti, dağılalım.” Ve dağılırlar. Ne demiştik? Yazıyı “Kadirli’den sevgilerle!” diye bitirecektik. Öyle bitiriyoruz : Kaymakam Mehmet Çan’ı ve de Topaloğlu’nu anarak!

Şirketin Sahibi Bakanları Soruyordu

Hükümet programının okunmasından bir gün sonra gazetemizin santralına bir telefon geldi. Kendisini «Bir okuyucu!” olarak tanıtan kişi, “iBir konu hakkında bilgi almak” istiyordu. Santral, “Bir okuyucuyu” istihbarata bağladı. Telefona arkadaşlarımızdan özer Oral çıktı. “Bir okuyucu” bu defa kimliğini söyledikten sonra şöyle devam etti:

“Ben şirketinin muhasebecisiyim. Şirketimizin yetkilileri yeni bakanları tanımak istiyorlar. Düşündük. Gazetecilerin kulağı deliktir, dedik. Acaba size gelsem, yeni bakanlar hakkında bana bilgi verir misiniz? Yazmadıklarınızı söyler misiniz?”özer Oral ağzı çok laf yapan adamın dediklerinden bir şey anlamamıştı. Daha doğrusu anlar gibi olmuştu da biraz deşmek istedi

Anlayamadım, nasıl bilgi istiyorsunuz?” “Yani, şey, bakanlarımızın görüşleri nedir?” “Hangi görüşleri?”“Siyasi, iktisadi görüşleri…” “Hükümet programı bütün bakanların görüşlerini kapsar. Başka neyi öğrenmek istiyorsunuz?”

“Evet, hükümet programını okuduk. Fakat programda ana-hatları var. Daha teferruatlı bilgi istiyorduk. Siz bakanları yakından tanırsınız, ne yapmak isterler, belirli konularda ne düşünürler, merakları nedir?” Gazetelerin çoğunda bakanlar hakkında yazı çıktı. Hayat hikâyeleri, eşlerinin anlattıkları… Onları okursanız istediklerinizi öğrenirsiniz sanırım.” “Evet, onları da okuduk. Fakat bizim şirketin sahipleri daha özel bilgiler öğrenmek istiyorlar. Onun için size başvurduk”

Adam baklayı ağzından çıkarmaya başlamıştı. Özer Oral da pas verdi:  Ha anladım! Siz dostluklardan yararlanıp bakanların özel hayatlarını öğrenmek istiyorsunuz.” “Evet efendim, çok iyi bildiniz, işte onları öğrenmek istiyoruz. Bir randevu verseniz çok iyi olacak. Bakanlardan çoğunu herhalde tanıyorsunuz. Bu bizim için çok önemli” “Bakanları tanıyıp tanımamamız önemli değil, önemli olan sizin bu teklifiniz. Şirketin sahibine selam söyleyin. Yanlış kapı çaldınız. Haydi güle güle!” Kudretlinin çevresine ağ örmek, kudretliye çengel atmak… Çirkin politikacının alışıp sürdürdüğü bir taktikti… O zavallı da, bu taktiği en aptalca uygulamaya çalışıyordu…

Bakkal Dükkânında Olup Bitenler…

Kadın yanında çocuğu bakkaldan alışveriş ediyordu. Dükkânda yaşlı bir adam vardı. O sırada dükkâna yoksul bir çocuk girdi. Elindeki parayı bakkala uzattı:

Bana bir liralık yağ ver! Bir liralık yağla annesi yemek pişirecekti. Kadının çocuğu çikolata istedi: Anne bana çikolata atsana!” Bir liralık yağ isteyen çocuk, aynı yıl doğan akranının elindeki çikolataya çocukluğunun bütün kıskançlığıyla baktı. Kadın çocuğun bakışındaki keskinlikten ürperdi. Bakkala fısıldadı : Ona da bir çikolata veri Çocuk bakkalın eline sıkıştırdığı çikolataya bir garip baktı. Aldı ve çıktı. Yaşlı adam bakkala döndü: İşte bunlar cennetlik!”

İhtiyarın cennetlik dediği kadın karşılık verdi: Olur mu dede” biz cennetlik olur muyuz? Baksana başımız açık!” Yaşlı adam, “Sizin başınızı Atatürk açtı” dedi. “Ben gençtim, Of’ta bir gelin gördüm, başı açıktı. Allah Mustafa Kemal  den razı olsun, diyordu. Ben de eve gidip hem karımın, hem de gelinimin başını açtım. İkisi de Mustafa Kemal Paşa’ya dua ettiler. Sizin başınızı Atatürk açtı. Cennetlik olmanın baş açıp, kapamakla bir ilişiği yoktur. Bir sübyanı sevindirmenin sevabı sana yeter kızım.”

Kaybolan Çocuk

Görele’nin pazarı salı günüdür. Köylü sabahtan akın eder kasabaya. Yağıyla, sütüyle, lahanasıyla, bir de çocuklarıyla. Bir mahşer olur ki tüm Anadolu kasabaları gibi. O salı da öyleydi. Birden meydandaki elektrik direğine asılı belediye hoparlörü konuşmaya başladı : Bir erkek çocuk bulunmuştur. Anasının veya babasının belediyeye gelmesi duyurulur.” Genç bir karı koca kalabalığı yarıp elektrik direğinin dibine koştular. Sonra da oradakilere döndüler :

Bizim çocuk kayboldu, şimdi adamın biri burada bağırıp duruyordu, bizim çocuğu bulmuş!”

 

Olaylar Olaylar

Yaslı Kadın Ve Cumhuriyet Bayramı

Devrek mahkemesi başkâtibinin odasına, elinde dilekçe ile yaşlı bir kadın girdi. Oda doluydu. Vatandaşın biri girip, biri çıkıyordu. Yaşlı kadın köylüydü, korkaktı, ürkekti, elbisesi yamalıydı, çekiniyordu, devlet kapısına işi düşmüştü, kim bilir başına ne haller gelecekti! Hep öyle duymuş, hep öyle işitmiş, çok kere de öyle görmüştü. Ya «Bugün git, yarın gel» denecek, ya da terslenip tersyüz edilecekti.

Baş katibe dilekçesini uzatırken elleri titriyordu. “Arzuhalciye onca yalvarmış, onca yakarmış, “Gözünün yağını yiyem” demişti. “Şöyle guvvetli bir arzuhal yaz da, işim ola!» Arzuhalci             “guvvetli” yazdığını söylemişti ama, bakalım başkâtip ne diyecekti? Başkâtip dilekçeyi aldı, kalın bir deftere kaydını yaptı, okudu, mühürledi, bir şeyler yazıp çizip hesapladı ve sonra «İki lira vereceksin teyze» dedi. Yaşlı kadın boğum boğum olmuş kesesini koynundan çıkardı, düğümü çözdü, içinden iki liracığım çıkarıp başkâtibe uzattı. Başkâtip parayı aldıktan sonra “Tamam teyze!” dedi. “Biz sana davetiye yollarız!” Kadıncağız inanamadı. İşi bitmişti ha! Hiç devlet kapısında iş bu kadar çabuk biter miydi? Bir bityeniği vardı bu işte! Utana, sıkıla, çekine sordu : “Oğlum, essahtan mı benim işim bitti?” “Bitti teyze.” “Başka bir yere gitmeyecek miyim?” “Gitmeyeceksin teyze.” “Oğlum ayağının kurbanı olayım, doğru söyle, beni uğraştırma”

Başkâtip ciddi ve biraz da kızgın teminat verdi ; “Tamam teyzeciğim, tamam! Merak etme, işin tamam. Ama müsaade et de şunları bitireyim, bak masanın üzerinde evrak dolu” Yaşlı kadın o zaman işinin olduğuna inandı, heyecanlandı, sevindi, bir şeyler söylemek geldi içinden ve birden bağırdı: “Yaşasın Cumhuriyet Bayramı!” “Ertesi gün Cumhuriyet Bayramıydı ve ilkokula giden torunu günlerdir bu şiiri ezberliyordu.

En Akıllısı Deli Memet, O Da…

Deli Memet’i tanır mısınız? Tanımaya değer bir adamdır Deli Memet. öyle hikayeleri vardır kİ Deli Memet’in arada sırada size anlatacağız. Deli Memet köy yerinde yarenlik ediyormuş. Birden karşıdaki lahana tarlasına bir dana girmiş. Tarlanın sahibi davranıp, koşmak isterken Deli Memet fırlamış yerinden: “Dur ağa. Ben şimdi kovalarım o danayı! Ve dalmış tarlanın içine. Ama ne dalış. Dana bir yanda, Deli Memet bir yanda ve en güzel lahanalar bir yanda. Lahana tarlasına kırk dana girse böyle olmazmış. Tarla sahibinin oğlu bakmış iş kötü o da başlamış tarlaya koşmaya. Arkasından da babası bağırırmış: Lan oğlum önce şu Deli Memet’i çıkar tarladan, vazgeçtim danadan!»

Deli Memet, köyden kasabaya gidecek. Yolun kenarına çıkıp kamyon beklemeye başlamış. Bir kamyon gözükmüş uzaktan. Deli Memet el edip kamyonu durdurmuş, atlamış içine… O havalide Deli Memet’i tanımayan yok. Şoför «Lan Deli Memet” demiş “‘Doğru dürüst dur, başıma iş çıkarma!” Ama Deli Memet bu, hiç durur mu? Kamyon rampa aşağı kayıp giderken rüzgârdan başındaki kasket uçmuş. Deli Memet de şapkasının ardından cup diye kendisini yere atmış. Kamyon şoförü basıp frene durmuş ve inip Deli Memet’in yanına koşmuş:  Lan deli, ne demeye kalkıp kendini atarsın aşağı?»” “Kasketim uçtu” Lan kasketin mi kıymetli canın mı?” “Elbette canım kıymetli.” “O halde ne bok yemeye atlıyorsun?” “İyi emme kasketimin içine beş kağıt saklamıştım!”Deli Memet bu işte! Ne demişler? “En akıllısı Deli Memet” demişler. “O da kazığa bağlı!”

 Düşmeye Göresin Bir Kere Demişler

Bir, “Hain-i vatan” diye yazıp, ilan etmedikleri kaldı. Ne faşistlikleri, ne solculukları ve ne de düşen maskeleri… Hepsi bir bir sıralandı. “12 Mart”ın kuyruk acısı, 11 Nisandan çıkarılıyordu. Düşmeye göresin, demişlerdi… Boşa söylenmemişti bu laf. İşte aynıyla vaki. Düne kadar önlerinde elpençe divan duranların, yarın neler yapacaklarını da göreceksiniz. Bitmeyen bir oyundur bu.Bekleyin. 11 adamdılar, adam. Hatalarıyla, yanlışlarıyla, sevaplarıyla ve de inançlarıyla on bir adam. Kulun hatadan münezzeh olduğu görülmüş müydü? Onların da elbet hataları vardı. Ama namusları, şerefleri ve haysiyetleri dimdik ayaktaydı. Bildikleri çok şey vardı bilmedikleri tek şey: Politika! Politikayı bilmiyorlardı. Bu yüzden ters düşüyorlardı.

Politikanın alfabesi, karşılıklı taviz vermeyle başlardı. Politikanın belirli kuralları vardı. Bu kuralların doğruluğu, yanlışlığı tartışılabilirdi. Ama politika yapınca, bu kurallara uymak gerekti. Fakat onların ne bu kuralları öğrenmeye niyetleri vardı, ne de hevesleri’.

Önce, “Sen bana bir kere gel, ben sana yirmi kere giderim» sözünü yadırgadılar. Oysa bunun yadırganacak yanı yoktu. Erim, politikayı biliyordu. Politikacıyı tanıyordu ve oyunun adı: P0litika’ydı. Futbol, futbolun kuralıyla, basketbol basketbolun kuralıyla oynanırdı. Politika da politikanın kuralıyla… Bu kuralı bilmedin mi, ters düşerdin… “11’ler” de ters düştüler. Aslında en büyük hataları, oyunun kuralının sonucunu işin başında görememeleriydi.

Devirler ışık gibi akıp gider, günler ses gibi gelip geçer, ama bir Karaosmanoğlu, bir Koçaş, bir Özgüneş, bir Çilingiroğlu, bir Olcay, bir Babüroğlu, bir Akyol, bir Derbil, bir Orel, bir Sav, bir Ömeroğlu unutulamaz… Hatalarıyla, sevaplarıyla ve inançlarıyla…

Geçmiş devirde vali bir köye gitmiş. Muhtarı çağırmış, “Bu köyü ağaçlandıracağız” demiş. “Hadi bakalım sıvayın kollarınızı, fidan dikin!” Akşama kadar köy arazisine yüzlerce fidan dikilmiş. Vali ayrılırken muhtara sıkı sıkı tembih etmiş :  “Gelecek yıl geldiğim zaman bu fidanları yeşermiş göreceğim.” Vali ertesi yıl köye gitmiş. Bakmış ki arazide fidan filan yok. Kızmış, muhtara haber salmış: “Bütün köylüyü toplasın, buraya gelsin!” Biraz sonra başta muhtar, bütün köylü çoluk çocuk çıkagelmiş. Vali hepsini azarlamış: “Ben size ne dedim? Hani fidanlar? Sizde hiç Allah korkusu, vicdan yok mu? Ne yaptınız fidanları? “

Muhtar boynunu büküp, çocukları göstermiş: Kusura bakma vali bey, bizim diktiklerimiz tutmuyor da, şey ettiklerimiz tutuyor. Biz de anlayamadık bu işi!

 

Grayderin Yemeği

KEMAN

Kaptıkaçtı Silifke’den kalkmış Mersin’e gidiyordu. Arkada oturan ihtiyar bir köylü kucağında kırmızı beze sarılmış bir şeyi sıkı sıkıya tutuyordu. ‘Bütün dikkatini ona vermiş örselenmesinden, zedelenmesinden korkuyordu. Yolculardan biri merak etti sordu: “Hayrola baba!” dedi. “Nedir kucağındaki? Kırılacak bir şey mi?” İhtiyar sakin sakın cevap verdi :

“Keman!”Bütün yolcular şaşırdı. İhtiyar köylü kemandan ne anlardı! Çalmasını nerden öğrenmişti. Soruyu soran bu defa laf olsun diye, bu yolculuk başka türlü geçmez! Çal da dinleyelim!” deyince ihtiyar başladı gülmeye. «Ne çalması oğul!» dedi. “Keman çalmak kim, ben kim! Bu pazara torunumun düğünü var. Silifke’ye vardım, bir çalgı takımı tuttum. 50 lira da kaparo verdim. Ne olur, ne olmaz bakarsın gelmezler. Hem ele güne rezil oluruz, hem de kaparo yanar. İyisi mi kemancının kemanını rehin aldım. Gelmezlerse keman da benim olur!”

GRAYDERİN YEMEĞİNİ MERAK ETTİ

Hakkâri’nin Dize köyüne ilk gelen motorlu vasıta grayder olmuş. Köylüler merakla makinenin etrafına toplanıp, bir süre hayretle seyretmişler, sonra sormuşlar: “Bu neye yarar?” Teknisyenlerden biri «Yol yapar!» demiş, «Köyünüzün yolunu yapacağız!»

Köylüler buna çök sevinmişler ve grayderin orasını burasını elleyip, sevip okşamışlar! Makine çalışmaya başladıktan sonra bir köylü teknisyenlere, «Kusura kalma bey! diyerek yaklaşmış ve “Bu zavallı güneyin altında çalışıp durur, ne yer ne İçer acaba? Teknisyen gayet ciddi bu soruyu da cevaplandırmış $ “Öğleleri bir bakraç yoğurtla, altı tane yumurta yer ve ayran İçer!”  Öğle  paydosunda köylü elinde  “grayderin yemeği” teknisyenin yanına gelmiş, “Getirdim bey!”  demiş, “bir iki salkım da üzüm kopardı mİ”

AL ŞU 20 LİRAYI

Sarıyer Hâkimi Ferhat Dömeke, İki yıldan beri devam eden bir alacak davasından hayli bunalmıştı, bir celsede tanık gelmiyor, öteki celsede davalı gelmiyor ve duruşma bir türlü bitmiyordu. Ni’hayet son celsede Hâkim Dömeke,  alacaklıya :

“Kuzum» dedi, “Senin kaç lira alacağın var?”

 

Alacaklı boynunu büküp cevap verdi  “20 lira efendim.” Hâkim Ferhat Dömeke bir an düşündü, sonra elini cebine atarak iki on liralık çıkarttı: Al şu yirmi lirayı” dedi. “Ne sen uğraş, ne de ben.”

ÖRDEK YAHNİSİ GÜZEL YEMEKTİR

Otobüs Haymana’dan Ankara’ya geliyordu. Arkada duran muavin yolun kenarında dört beş kişinin beklediğini görünce şoföre bağırdı: “Usta! Birer liradan beş ördek var alayım mı?” Şoför başını çevirmeden cevap verdi:

“Al bakalım!” Yolculardan bir İhtiyar ayağa kalktı arkaya döndü ve şoför muavinine beş lira uzattı bana da beş tane alıver evladım”  dedi. “Çok ucuzmuş! ördek yahnisi de, hani pek güzel olur!” MEMUR KÂĞIDI ÇEKİP KOPARDI

Fethiye’nin Doğanlar ‘köyünde yıllarca önce iki çocuk vardı. Bu iki çocuk o yıl İlkokulu bitirmişlerdi. Köy yeridir orası, ilkokuldan sonra okumak haram ^sayılır gibi bir şeydir. Ama iki çocuk okumayı kafalarına koymuşlardır. Babaları onlardan okumak değil, çifte çubuğa bir el atmalarını beklemektedir. Köyden kaçarlar. Kalkar Antalya’nın Elmalı ilçesine gelirler. Ortaokula yazılırlar. Aylığı altı liraya bir oda tutarlar. Yazları sığır çobanlığı, ırgatlık yapar ve kazandıkları para ‘ile okulu bitirirler, ©iri askeri lise imtihanlarına girer, kazanır. Diğeri sağlık muayenesini kaybeder. Artık yolları ayrılmıştır. Biri sivil, biri askerdir. Sivil olan Antalya Lisesine devam eder. Görmediği iş yoktur. Ne iş bulsa çalışır ve lise son sınıfa gelir. Garsonluk, yol işçiliği, amele kâtipliği her işi yapar. Nihayet lise bu yıl biter. Kalkar İstanbul’a, gelir. İstanbul büyük şehirdir. İstanbul küçük insanları yutan şehirdir. Üniversite imtihanlarına girer. Karnına günlerden beri bir kaşık sıcak çorba girmediği halde hem Hukuk, hem de İktisat Fakültesinin sınavlarını kazanır. İktisadı tercih eder. Bir taraftan da iş aramaktadır. Ama iş nerede? Geceleri üniversite bahçesinde yatmaktadır. Nihayet bir iş bulur. Sultanahmet’teki İşçi Sigortaları Hastanesi inşaatında yağlı boyacıdır. Artık yatacak yeri de vardır. Yatağını inşaata serer. 15 gün önce iş biter! Yine açıktadır. Bir yöne doğru itilmektedir. Kendi kendine mücadele eder.

Boşa kor dolmaz, doluya kor almaz. Kararını verir. Bir arkadaşından 25 lira borç alır ve doğru Marmara Sinemasının gişesine gider. Artık Bilet karaborsacısıdır. Dört günlük kazancı 36 liradır. Beşine) gün Belediye Zabıtası memuru onu yakalar. Bir anda her şey yıkılmıştır. Sığır çobanlığı, garsonluk, inşaat işçiliği, ciltlerle kitap, imtihanlar, üniversiteye giriş… Her şey ama her şey gözünün önünden akıp gitmektedir. Karakolda memur kâğıdı makineye takmış, ifadesini almaktadır. Birden boşanır… Hikâyesi bittiği zaman memur da hıçkırmaktadır. Kâğıdı makineden çekip yırtar ve onu elinden tutup bize getirir. “Benim gücüm buna yetti» der, «Ancak makineden kâğıdı çekip koparmaya”.

Kopan makinedeki kâğıt değil, onun hayat hikâyesinden bir yapraktır. O yine yalnız, o yine işsiz, o yine İşsiz, o yine çaresiz, o yine Türkiye’deki yüz binlerden biridir, o yine yüzüne kapanan ‘kapıların ardında bir an duraklamakta ve yine başka kapılardan içeri girerek “!İş arıyorum efendim.” demektedir. “Ne iş olsa yapanım!”

YEŞİLÇAM VE AYLON SOKAKLARI NİSUAZ PASTANESİ

Bazı eski sinemaların (Melek, Emek, Opera, İpek, Ar) ve yapım şirketlerinin olduğu, bu yüzden de adını Türk sinemasına veren Yeşilçam Sokağı’ndan sapalım. Buranın da eski adı Yeşil Sokak’tı. Kimler geçmedi ki bu sokaktan… Sol tarafta, Emek Sineması’nın yerinde İstanbul’un ilk paten pisti bulunuyordu. Sağ taraftaki sinemaların en bilineni Saray’dı. Saray’ın yerinde yeller esiyor ama az ilerisinde Sinepop hâlâ duruyor. Tabii ilk açıldığı günlerde, yani 1943’te adı Ar Sineması’ydı. Sonra, Yeni Ar, 1973’te de nihayet Sinepop oldu. Sokak, Tarlabaşı’na doğru devam ediyor. Yeşilçam’m tam karşısında bugünkü Ayhan Işık Sokak’ın bir köşesinde Della Suda Eczanesi, diğer köşesinde de Nisuaz Pastanesi bulunuyordu.

1847 yılında açılan Della Suda Eczanesi, İstanbul’un ilk eczanelerinden biriydi. Sahibi François Della Suda, 1826 yılında annesinin ölümü üzerine İstanbul’a gelmiş bir İtalyan’dı. Osmanlı ordusuna hizmet veriyordu. Önce devletin başeczacısı, sonra da paşa unvanmı aldı. Adını da bir süre sonra Faik Paşa olarak değiştirmişti. Faik Paşa ölünce ailenin diğer üyeleri Beyoğlu’nun çeşidi yerlerinde aynı adı taşıyan eczaneler açtılar. İstanbul’un İtalyan karakteristiği en yoğun sokaklarından biri olan Çukurcuma’daki Faik Paşa Sokağı, admı bu ünlü eczacıdan almıştır.

Nisuaz’a gelince… Nisuaz Pastanesi, 1920’li yıllarda, günümüzde Garanti Bankası’nın bulunduğu köşede açılmıştı. Müdavimleri arasında Orhan Veli, Salah Birsel, Necip Fazıl, Sait Faik, Avni Arbaş,İbrahim Çallı, Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi sanatçılar vardı. Nisuaz, özellikle Ah Beyoğlu, Vah Beyoğlu adlı denemesinde Salah Birsel tarafından sayfalar dolusu anlatılmıştır. İçinde küçük bir Atatürk büstünün de olduğu mekanda siyah elbise-beyaz önlüklü şık Rus kızları ve şuh bakışlı Rum kadınları ellerinde tepsilerle müşterilerin etrafında pervane olurlardı. Nisuaz’m yaz spesiyalitesi o zamana kadar İstanbul’da bilinmeyen buzlu kahveydi. Kışın soğuk günlerindeyse borç çorbası çıkardı. Nisuaz, 1950’lerde kapandı, binası da kapanışını takip eden senelerde yandı.

Taksim yönüne doğru yürüyüşümüze devam edelim. Az ileride, üst kısmında antik dönem kaynaklı mitolojik hayvan figürlerinin, girişinin iki yanında da birer heykelciğin bulunduğu, bugünlerde kapısına kilit vurulmuş olan Alkazar Sineması’m görüyoruz. Caddedeki en eski sinemalardan birisi olan Alkazar Sineması 1920’lerde açılmıştı. Alkazar, özellikle 1930’lu yıllarda Frankeştayn ve Drakula benzeri korku filmleriyle ün yaptı. Uzun yıllar kapalı kalan sinema 1990’lı yıllarda Onat Kutlar’ın çabasıyla yeniden açıldı. Özellikle gösterime sunduğu bağımsız filmlerle bilinen sinema 2010 yılının Mart ayında izleyicilerine perdelerini son kez kapattı. Alkazar Sineması ile aynı adı taşıyan pasaj ise 1880 tarihinde yapılmıştı ve Alyon (Alleon) Geçidi olarak biliniyordu. Alyon Geçidi, adını Fransa’dan İstanbul’a göçen Antuan Afyon’dan (Antoine Alleon) alıyor. Diğer iki kardeşiyle birlikte bankerlik sayesinde zengin olan Antuan Alyon, İstanbulluların dilinde “Alyon kadar zengin” tabirinin yer etmesine yol açmıştı. Aile fertleri zaman içinde teker teker Fransa’ya döndüler ve orada öldüler. Ancak çoğunun cenazesi İstanbul’a getirilerek Feriköy deki Katolik Mezarlığı’na gömüldü. Geçit, arka sokaktaki tanınmış Dostlar Birahanesi’ne açılıyordu. Alyonlar’dan geriye kendi adlarını taşıyan Alyon Geçidi Sokağı kaldı.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında nominalist politikayla sokak adlarının değiştirilmesi gündemdeydi. Grand Rue de Pera’nın İstiklal Caddesi yapılması gayet anlaşılırdır, doğaldır. Anlaşılmaz olan ise orada yaşayan kişilerden veya bulunan binalardan adını almış sokakların adlarının değiştirilmesidir. Levanten ailelerin isimlerini almış sokaklar da bir şekilde Türkçe’ye dönüştürüldü.

Alyon Sokağı’nın adı Gazeteci Erol Dernek olurken, önceki bölümlerde gördüğümüz Glavani Sokağı’nın adı Kallavi’ye, Balyos Sokağı’nm adı da Balyoz’a uyarlandı. Tarihin izlerini silmeyi, sokak isimlerini kafamıza göre değiştirmeyi öyle görünüyor ki bir yere kadar başarabiliyoruz. Bugün bildiğimiz Hava Sokak’m adı, muhtemelen Türkçe olduğu zannedilerek bırakılmış; halbuki Hava, Halepli Hıristiyan Arap bir ailenin soyadı!

 

İstanbul’da Lezzet ile Tarih Turu

Konsolosluk binasından sağa doğru döneceğiz. Ancak sol tarafta, Tarlabaşı’na doğru inen Hamalbaşı Caddesi üzerinde ilginç bir yapı var. Burası, Katolik Rum cemaatinin kutsal üçlü anlamına gelen küi-sesi Ayias Trias. Kilise 19. yüzyılın ikinci yansında banker Corpi’nin bağışladığı arazi üzerine yapıldı. Küise bünyesinde Odigitria adlı bir de okul vardı. Yüzyıllar boyunca etkinlik gösteren Katolik misyonerler Doğu’da yaşayan farklı inançlardaki toplumlan Katolik yapmayı başanyorlardı. Misyonerler, Anadolu’da en çok Ermenüer arasında başarılı olmuşlardı. Rumlar’ın Katolik olmasının hikayesi daha farklı: 13. yüzyıldan başlayarak Ege Adaları’na, özellikle de Sakız’a yerleşen Cenova ve Venedikli tüccarlar adalarda kuşaklar boyu kalmışlardı. Bu süre içerisinde de adaların yerel halkı olan Rumlar üe evilik-ler yapmışlar ve Rumlaşmışlardı. Sonuç olarak kuşaklar boyu İtalyan adı taşıyan ancak ana dil olarak Frankiotiki’yi* benimseyen Katolik bir halk doğdu. Bu halk, ashnda ne Rum ne de İtalyan’dı. Avrupalılar tarafından Levanten veya Frenk, Osmanlılar tarafından ise Adalılar diye adlandırılan bu, grubun üyelerinin büyük bir kısmı 15. yüzyıldan sonra İstanbul’a göçtü. İşte bu cemaatin İstanbul’daki Rumlarla da kaynaşmasıyla oluşan Katolik Rum cemaati ilk olarak İstanbul’da ortaya çıktı. Cemaatin oluşumu 1850’lerde Ioannis Marangos adlı bir papazla başlar. Katolik Rumlar, Bizans’tan gelen ayin usulünü uygulapıaya devam ettiler.

İnanç, ibadet ve kutsal günlerde Ortodokslardan bir farklın bulunmamaktaydı. Ancak dini hiyerarşide en üst kişi olarak patrikliklerini değil, Papa’yı tanımakta, ayin sonunda da onun adını anmaktaydılar. Evlilik süreçleri de Ortodokslarla aynı olmakla birlikte yalnızca onlardan farklı olarak Katolik geleneğinin etkisiyle boşanamamak-taydılar. Zaten sayıca az olan Katolik Rum cemaati Rum Ortodokslarla birlikte azaldı ve 1971 yılında kilise Hakkari’den gelen Katolik Keldani cemaatine devredildi.

Sol cephede, Balık Pazarı’na (Sahne Sokak’a) geçişi sağlayan iki pasaj var. Bunlardan bir tanesi bir zamanlar önce kunduracıları, sonra da meyhaneleriyle ünlü olan Krepen (Crespin) Pasajı. Kre-pen Ailesi’nin yaptırdığı pasajın adı cumhuriyetin ilk yıllarında Krizantem Pasajı olarak değiştirildi. Krepen Pasajı günümüzde tamamen farklı bir görünümde Aslıhan Pasajı olarak çoğunlukla sahafları barındırıyor. Hemen yanındaki Avrupa Pasajı ise orijinalliğini koruyor. Pasajın adı Avrupa olsa da, içindeki dükkanların aralarında yer alan aynalardan dolayı Aynalı Pasaj olarak büiniyor.

Pasaj, Büyük Beyoğlu Yangım’ndan sonra inşa edüdi. Yangından önce pasajın bulunduğu yerde büyük bir çiçek bahçesi (Jardin des Fleurs) vardı. Osmanlıda ilk sirk gösterisi Louis Soullier tarafından 1856’da bu alanda düzenlenmişti. Daha sonraları Jardin des Fleurs’ün bir bölümünde Bay Bouin’in Hotel Restaurant des Palais des Fleurs’ü hizmete girdi. Biraz sonra göreceğimiz Naum Tiyatrosu’yla beraber bu alan kısa sürede Pera’da tiyatro, gösteri ve konserlerin yapıldığı merkez haline geldi. Beyoğlu yangını tüm binaları yok edince İngüiz tüccar Bay Scribe AvusturyalI mimar Pulcher’e Avrupa Pasajı’m yaptırdı. Açıldığı günlerde sade vatandaşlara hizmet veren pasajda kuaförler, ayakkabıcılar, Jambacılar, ibrişimciler, terzüer ve iplikçiler bulunuyordu. Bir de çiçekçi Sabuncakis’in bir şubesi…

Pasajdan geçerek kalabalık restoranların, meyhanelerin, taze su ürünleri ve balıklarıyla balıkçıların, rengarenk manavların yer aldığı Balık Pazarı’na çıktık. Burası, İstanbul’da her ne kadar eski günlerdeki kadar zengin olmasa da birçok balık çeşidini bir arada bulabileceğiniz ender yerlerdendir. İstanbul yüzyıllar boyunca sürekli artan nüfusu ve tarım alanlarının kısıtlı olması dolayısıyla sürekli tüketen bir “gırtlak kent” konumundaydı. Şehrin gereksinim duyduğu et, yağ, tarım ürünleri, meyve ve sebzenin tamamına yakını Anadolu ve Rumeli’den geliyordu. Ancak, balık söz konusu olduğunda İstanbul’un sıkıntı çektiği söylenemez. Adeta her tarafı denizle çevrili şehirde yerleşimin başladığından bu yana balık avlanıyor ve tüketiliyordu.

MS 3. yüzyılda Roma İmparatoru Caracalla zamanında Byzantion’da (İstanbul) bastırılan paraların üzerinde iki palamut balığı ile aralarmda bir yunusun olduğu kabartma vardır. Tarihçi Strabon da akıntının Khalkedon’dan (Kadıköy) Byzantion’a sürüklediği palamutların Haliç’te elle büe yakalandığını yazar. Hatta bir görüşe göre Haliç’e giren palamut sürülerinin güneş altında parıldayan görüntüsü, buraya “Altın Boynuz” denmesine sebep olmuştur. Deniz, ırmak veya göl kenarında kurulmuş kentlerin hepsi İstanbul kadar şanslı değildir.

Boğaz’ın sağladığı bazı koşullar İstanbullulara lezzetli balık yeme ayrıcalığını sunar. Karadeniz serin bir denizdir. Bu yüzden zaten yağlı olan Karadeniz balığı, akıntısı nedeniyle Karadeniz’den daha serin olan İstanbul Boğazı’na girince iyice yağlanır. Balığın Karadeniz’den Marmara’ya geçişine “Katavasya”, Marmara’dan Karadeniz’e geçişine ise “Anavasya” deniyor.

Strabon’un binlerce yıl önce bahsettiği gibi, palamut gerçekten de İstanbul’un balığıdır. İstanbul mutfağında önemli bir yer tutar. Tavası, ızgarası, pilakisi, kağıt kebabı, tepside ve kiremitte fırın kebabı, yahnisi, lakerdası, haşlaması, köftesi, ev konservesi, fümesi, kurutması, kısacası her türlüsü yapılır. Yaz sonunda görülen en ufağı çingene palamudundan en büyüğü toriğe kadar pek çok türü vardır. Palamut dışında eskiden İstanbul’da kalkan, uskumru, torik, küıç balığı, lüfer, çinekop, sarıkanat, kofana, gelincik, istavrit, sardalya bolca avlanırdı.

Devlet adalıları, hatta Sultan’Abdülaziz bile balık avına çıkar, zevk için tutulan balıklarla sandallarda mangal ve ızgara kurularak alem yapılırdı. İstanbul’u çevreleyen denizler, kirlilik, bilinçsiz ve aşın avlanma sonucu can çekişir duruma gelmeden önce İstanbullular adeta balığa doyuyordu. Eski zamanın gazeteleri Azapkapı’daki balık haline gelen kasalar dolusu fazla balığın denize döküldüğünü yazar. Balık denince akla Rumlar gelirdi. Türkler balıkla Rumlar sayesinde tanışmıştı. Hemen hemeiı bütün balık isimleri Rumca’ydı (mesela palamides, stavros, skombri, lufari, vs.). Rumlar balık avlama ve pişirme konusunda ustalaşmıştı. Çok az balık türü Türkler tarafından isimlendirilmiştir; kılıç, kalkan, kırlangıç gibi…

İstanbul’daki en bilindik balık çarşıları Anadolu yakasında Kadıköy, Bostancı, Üsküdar; Avrupa yakasındaysa Beyoğlu, Beşiktaş, Sarıyer’dir. Beyoğlu Balık Pazarı ise bunlar arasında belki en büyüğü değildir ama en yağlı müşteriyi kendine çeker.

Balık alan müşteri doğal olarak yanma salatasını da yapacak. İşte bu yüzden balık pazarının bir köşesi de manavlara ayrılmıştır. Sadece marulu, maydanozu değil, deniz börülcesinden istifnoya her çeşit ot bu zerzevatçılarda vardır. Öte yandan buradaki çeşitli kasaplarda da bıldırcın yumurtasından tavşan etine, İstanbul’un başka yerlerinde aransa da bulunamayan türlü lezzetler bulunabilir.

 

Beyazıt Kulesi, Roma Amfiteatrı ve Roma Sirki Hakkında Bilgiler

Beyazıt Kulesi

Telefon olmadığı için eskiden yangın haberinin duyulması da, söndürülmesi de çok güçtü. Bunun için yüksek kuleler yapılır ve buraya dikilen nöbetçiler çevrede çıkacak yangınları gözlerlerdi. Beyazıt kulesi de bunun için yapılmıştı.

İstanbul’da Üniversite bahçesinde yükselen İlk kule 1749’da Ağakapısı’ndakl sarayın iç avlusunda ahşap olarak dikilmişti. Padişah, eski sarayı Askerkapısına ayırınca burada yine ahşap bir kule yapıldı. Kule bir yeniçeri ayaklanmasında yakılınca 2’nci Mahmud’un emriyle 1828’de bugünkü mermer kule yapıldı. 85 metre yüksekliğindeki bu kule, aşağıdan yukarı doğru nöbet katı, işaret katı, sepet katı ve sancak katandan ibarettir. 1849’da yuvarlak pencereli taştan yapılmış taraşla parmaklıklı üç kat İlâve edilmiştir. 1889’da ise demirden bir bayrak direğinin eklenmesiyle kule bugünkü hâlini almıştır.

Roma Amfiteatrı

Roma amfiteatrları. Üzerinde seyircilerin oturması için basamaklar bulunan, yuvarlak ya da oval biçimde kale duvarları gibi yüksek yapılardı. Ortadaki «arena» denen meydanlıkta spor gösterileri veya kanlı boğuşmalar yapılırdı.

Fransa’nın Nimes şehrindeki ünlü arana, Romalılardan günümüze kadar kalmış arenaların başında gelir. Bu arenalarda bugün bile gösteriler, ya da boğa güreşleri yapılır. Ortadaki arena diye adlandırılan meydan, kumla örtülüdür. Eskiden bu kuma altın tozu karıştırıldığı da olurdu. Bu meydanlarda gladyatörler, ölesiye dövüşerek Roma’lıları eğlendirirlerdi. Yenilen gladyatör halktan hayatının bağışlanmasını isterdi. Eğer seyircilerin büyük bir kısmı yumruklarını beşparmakları yukarı gelecek şekilde kaldırırsa zavallı gladyatörün hayatı bağışlanırdı.

Roma Sirki

Roma’da Büyük Sirk’in taştan basamakları üzerinde 300.000’den fazla seyirci; oyunları, mücadeleleri, çeşitli gösterileri, araba yarışlarını rahatça izleyebilirdi. Öylesine heyecanlanırlardı ki aralarında, kazanacaklar üzerinde bahse de tutuşurlardı.

Eski Roma’da sirk gösterileri, yıllık büyük bayramlar ya da önemli olaylar münasebetiyle halkı bir araya toplamak için devlet tarafından düzenlenirdi. Seyirciler, kanlı ve zorlu gösterilerden çok hoşlanırlardı. O çağın sirklerinde yumruk dövüşü, kanlı kavgalar gibi gösteriler ve daha çok araba yarışları yapılırdı. Yarışçıların rakiplerini’ geride bırakmak İçin birbirlerini kırbaçladıkları, arabasından aşağı yuvarladıkları çok olurdu. Günümüzde sirktaşka anlamda ve çok daha eğlenceli, ilgi çekicidir.

 

 

Atom, Kükürt, Fosfor ve Kireç Hakkında Etkileyici Bilgilerden Derleme

Atom

Yeryüzündeki bütün cisimleri meydana getiren elemanların sayısı 100 kadardır. Bu elemanların en küçük parçacığına atom denir. Bir atom o kadar küçüktür, o kadar küçük, tür ki mikroskoplarla bile kolay kolay görülemez. Bir iğne ucu kadar yerde bile birkaç milyon atom bulunur. Bir atom, gökyüzündekl güneş sistemine benzer: Ortada sâbit bir çekirdeği; tıpkı güneşin etrafında dönen gezegenler gibi bu çekirdeğin de etrafında dönen elektronlar vadır. Hidrojen atomunun bir tek elektronu vardır. Helyum’un iki, Uranyum’un ise 92 tanedir. Bu elemanların özelliklerini tâyin eden şey, bu elektronların azlığı ya da çokluğudur. Bu atomların birçoğu, aralarında birleşerek etrafımızdaki cisimleri meydana getirir.

Kükürt

Kükürt, kibrit, sülfürik asit, barut, vülkanize edilmiş kauçuk ve daha birçok maddenin yapılışında kullanılan, parlak sarı renkte bir maddedir.

Texas’takl kükürt ocaklarından çıkartılan kükürt, çok eski volkanik çökellerden kalmadır ve sâf haldedir. İtalya’da da Vezüv çevresindeki geniş topraklarda bulunur. Yurdumuzda, İsparta ilinin Keçiborlu ilçesinde kükürt madeni ve kükürt fabrikası vardır. Kükürt pek çok sayıdaki eşyanın yapılmasında kullanılır. Bağ hastalıklarına sebep olan organizmaları öldürdüğü için üzüm kütükleri kükürtlenerek hastalıklardan korunur. Aynı zamanda iyi cins kauçuk elde etmek için de ham kauçuk kükürtle karıştırılır.

Fosfor

Fosfor, kolayca alev alan basit bir cisimdir. Başka maddelerle karıştırılmış bir hâlde kibrit kutularının kenarındaki eczalı kısımda yer alır. Kibritin sürtülmesiyle meydana gelen sıcaklık, kibritin alev almasını sağlar.

Fosfor çeşitleri arasında en etkili olanı beyaz fosfordur. Beyaz fosforla çalışan işçiler, iki güvenlik tedbirini birden almak zorundadırlar: Kemiklere zarar verdiği için üzerlerine özel bir elbise giyip yüzlerine maske geçirirler, havanın temasıyla bile kendiliğinden alev aldığı için de fosforu su ya da petrol gibi bir sıvının içinde bulundururlar. Kırmızı fosfor beyazdan daha kalımlı olduğu için kibrit yapımında kullanılır. Ama yine de çok tehlikeli olduğundan, fosforsuz emniyet kibritleri yapılmaktadır. Günümüzde, kendiliğinden parlamaması İçin fosfor, ancak kutunun kenarındaki eczalık kısmın içinde yer alır.

Kireç

Kireç elde etmek için kireçtaşı özel bir fırın içinde ısıtılır. Kireç, kum, çimento ve suyla karıştırılarak harç yapılır. Parazitlerden korumak için meyve ağaçlarının gövde ve dallarına kireç şerbeti sürülür.

Fırından çıkmış olan kiraca “sönmemiş kireç” denir. Suyla karıştığı zaman âni bir sıcaklık yükselmesine sebep olduğu için çok tehlikeli bir maddedir. Derin yanıklara yol açar. Sönmemiş kireç, üzerine su atıldığı zaman su âni olarak buharlaşır. Böylece tehlikesiz olan “sönmüş kireç” elde edilmiş olur. Topraklar İçin mükemmel bir İyileştirme katkısıdır. Aynı zamanda da mikrop kırıcı ve böcek Öldürücü özellikleri yüzünden tarımda çok kullanılır. Sönmüş kireçle badanalanan duvarlar ve «kireç şerbeti» püskürtülmüş meyve ağaçları temizlenip pislikten arınmış, böceklerden korunmuş olur.

 

Çiy, Klorofil ve Fotosentez Olayları

Çiy

Çoğu zaman sabahları ormanlardaki ağaçların, yerdeki otların, bitkilerin üzeri küçücük su damlacıklarıyla kaplanır. Bu olay ya bitkinin terlemiş olmasından, ya da su buhan yüklü havanın, yaprakların üzerinde çiy meydana getirmiş olmasından ileri gelir.

Çiy olayı İle bitkinin terleme olayı çoğu zaman birbirine karıştırılır. Çiy, nemli havanın soğuk toprağın ya da çeşitli cisimlerin üzerinde yoğunlaşması olayıdır. Bu damlacıklar bitkilerin üzerinde olduğu gibi yerdeki taşların, hattâ örümcek ağlarının üzerinde de meydana gelebilir. Öte yandan sıcak gecelerde bitkiler tazeliklerini devam ettirebilmek için yapraklarından küçücük su damlacıkları çıkartarak terlerler. Yanlış olarak çiy diye adlandırılan bu su damlacıkları yalnız bitkilerin yaprakları üzerinde görülür, yerlerdeki taşlarda görülmez.

Eskiden köylüler topraklarını ekin değiştirerek zaman zaman da hiçbir yay ekmeyerek dinlendirirlerdi. Günümüzde tarlalarda hep aynı bitkiyi ekip yetiştirmek zorunluluğu toprağın kuvvetini çok düşürmektedir Toprağı devamlı olarak tabii ve aunt gübreyle beslemek gerekmektedir. Son yıllarda plastik endüstrisinde, balıkçılıkta, potas ocaklarında, şeker fabrikalarında ikinci derecede elde edilen maddelerden sunf gübre olarak yararlanılmaktadır.

Klorofil

Yapraklara ve otlara güzelim yeşil rengini veren klorofil denilen bir maddedir. Bitki, bu madde sayesinde yaşayabilir. Sararan bir bitki, klorofilini kaybediyor, ölüme yaklaşıyor demektir.

Klorofil, bitkilere hayat veren maddedir. Klorofil sayesinde bitki, yaşaması İçin gerekil besinleri sağlar ve bunları Özümler, özümleme, bitkinin besinlerini sindirmesidir. Bu olay sonucunda, klorofil, güneş etkisi altında, havadaki karbondioksidi karbonhidrat hâline çevirir. Karbonhidrat, bitki hücresinin ana maddesidir. Klorofilden yoksun bitkiler, meselâ mantarlar, özümleme yapma yetenekleri olmadığı için klorofili bitkilere sarılarak yâni asalak yaşarlar.

Fotosentez

Bütün canlıların enerjisini güneş sağlar. Bitkiler, şekerle diğer besin maddelerini depo edebilmek için güneş ışığından yararlanırlar. Bu olaya fotosentez denir. Hayvanlar ve insanlar da enerjilerini Güney onorjisi bize hem ısı, hem de ışık haline gelir. Rüzgârların, yağmurların, akarsuların, hayvan ve bitkilerin yayması İçin gerekil nemin meydana gelmesini güneş sağlar. Güney ışığı ise klorofili bitkiler tarafından yekerlerln ve nişastaların sentezlinle sağlamak amacıyla kullanılır. Bitkiler, özellikle otlar, ot yiyen hayvanların temel besin maddesidir; böylelikle bu otlar et yiyerek beslenen hayvanların da besin maddesinin temelini meydana yetirirler. Kısacası fotosentez, bütün canlıların beslenmesi için güney enerjisini depo etme olayıdır.

 

Menkul Kıymetler ve Sermaye İle Ekonomiye Bakış

Menkul Kıymetler

Menkul kıymetler, diğer deyimle “taşınabilir değerler” “hisse senedi” ve “tahvil” adı verilen kıymetli belgelerdir. Bunlar, bir büyük ortaklığa ödenen parayı gösterirler. Hisse senetleri, yıllık kâr; tahviller ise yıllık faiz getirirler.

Menkul kıymetler (taşınabilir değerler) «hisse senedi» ve «tahvil» denilen belgelerdir. Bunlar, menkul kıymetler borsasında alınıp satılabilirler. Hisse senedi, bir anonim veya komandit ticaret ortaklığı tarafından çıkarılan ve sermayenin bölünmüş olduğu payı gösteren ortaklık belgesidir. Bu belgenin sahibi kimse, her yıl, ortaklığın elde ettiği kârdan elindeki hisse senedine göre bir pay alır. Tahvil ise devletin veya bir ticaret ortaklığının ödünç para elde etmek amacıyla belirli bir sûre geçer li olmak üzere çıkardığı; değişmez bir yıllık faiz getiren ve vâdesi sona erince üstünde yazılı bedeli tahvil sahibine ödenen kıymettir.

Sermaye

Güzel bir ses, şarkıcının sermayesidir. Bir ev, sahibi için iyi bir meslek de çalışan için birer sermayedir. Para, değerli eşya, bir mal, bir kabiliyet hepsi birer sermaye yerine geçer.

İhtiyacı olan biri için faydalı eşyanın çok büyük bir değeri vardır. Ona sâhip olan için sermaye yerine geçer. Böyle bir şeye sâhip olan kimse ya kullanarak ya kiraya vererek ya da ihtiyacı olan bir başkasına satarak ondan yararlanır. Parası olan da parasını bir başkasına ödünç vererek ondan faiz alır. Mal-mülk almayı sağladığı için para da bir sermayedir. Bunun gibi parasını bir başkasına ödünç verenler, o parayı, belirli bir süre kullandığı için o kimseden bir miktar faiz alırlar.