Olaylar Olaylar

Yaslı Kadın Ve Cumhuriyet Bayramı

Devrek mahkemesi başkâtibinin odasına, elinde dilekçe ile yaşlı bir kadın girdi. Oda doluydu. Vatandaşın biri girip, biri çıkıyordu. Yaşlı kadın köylüydü, korkaktı, ürkekti, elbisesi yamalıydı, çekiniyordu, devlet kapısına işi düşmüştü, kim bilir başına ne haller gelecekti! Hep öyle duymuş, hep öyle işitmiş, çok kere de öyle görmüştü. Ya «Bugün git, yarın gel» denecek, ya da terslenip tersyüz edilecekti.

Baş katibe dilekçesini uzatırken elleri titriyordu. “Arzuhalciye onca yalvarmış, onca yakarmış, “Gözünün yağını yiyem” demişti. “Şöyle guvvetli bir arzuhal yaz da, işim ola!» Arzuhalci             “guvvetli” yazdığını söylemişti ama, bakalım başkâtip ne diyecekti? Başkâtip dilekçeyi aldı, kalın bir deftere kaydını yaptı, okudu, mühürledi, bir şeyler yazıp çizip hesapladı ve sonra «İki lira vereceksin teyze» dedi. Yaşlı kadın boğum boğum olmuş kesesini koynundan çıkardı, düğümü çözdü, içinden iki liracığım çıkarıp başkâtibe uzattı. Başkâtip parayı aldıktan sonra “Tamam teyze!” dedi. “Biz sana davetiye yollarız!” Kadıncağız inanamadı. İşi bitmişti ha! Hiç devlet kapısında iş bu kadar çabuk biter miydi? Bir bityeniği vardı bu işte! Utana, sıkıla, çekine sordu : “Oğlum, essahtan mı benim işim bitti?” “Bitti teyze.” “Başka bir yere gitmeyecek miyim?” “Gitmeyeceksin teyze.” “Oğlum ayağının kurbanı olayım, doğru söyle, beni uğraştırma”

Başkâtip ciddi ve biraz da kızgın teminat verdi ; “Tamam teyzeciğim, tamam! Merak etme, işin tamam. Ama müsaade et de şunları bitireyim, bak masanın üzerinde evrak dolu” Yaşlı kadın o zaman işinin olduğuna inandı, heyecanlandı, sevindi, bir şeyler söylemek geldi içinden ve birden bağırdı: “Yaşasın Cumhuriyet Bayramı!” “Ertesi gün Cumhuriyet Bayramıydı ve ilkokula giden torunu günlerdir bu şiiri ezberliyordu.

En Akıllısı Deli Memet, O Da…

Deli Memet’i tanır mısınız? Tanımaya değer bir adamdır Deli Memet. öyle hikayeleri vardır kİ Deli Memet’in arada sırada size anlatacağız. Deli Memet köy yerinde yarenlik ediyormuş. Birden karşıdaki lahana tarlasına bir dana girmiş. Tarlanın sahibi davranıp, koşmak isterken Deli Memet fırlamış yerinden: “Dur ağa. Ben şimdi kovalarım o danayı! Ve dalmış tarlanın içine. Ama ne dalış. Dana bir yanda, Deli Memet bir yanda ve en güzel lahanalar bir yanda. Lahana tarlasına kırk dana girse böyle olmazmış. Tarla sahibinin oğlu bakmış iş kötü o da başlamış tarlaya koşmaya. Arkasından da babası bağırırmış: Lan oğlum önce şu Deli Memet’i çıkar tarladan, vazgeçtim danadan!»

Deli Memet, köyden kasabaya gidecek. Yolun kenarına çıkıp kamyon beklemeye başlamış. Bir kamyon gözükmüş uzaktan. Deli Memet el edip kamyonu durdurmuş, atlamış içine… O havalide Deli Memet’i tanımayan yok. Şoför «Lan Deli Memet” demiş “‘Doğru dürüst dur, başıma iş çıkarma!” Ama Deli Memet bu, hiç durur mu? Kamyon rampa aşağı kayıp giderken rüzgârdan başındaki kasket uçmuş. Deli Memet de şapkasının ardından cup diye kendisini yere atmış. Kamyon şoförü basıp frene durmuş ve inip Deli Memet’in yanına koşmuş:  Lan deli, ne demeye kalkıp kendini atarsın aşağı?»” “Kasketim uçtu” Lan kasketin mi kıymetli canın mı?” “Elbette canım kıymetli.” “O halde ne bok yemeye atlıyorsun?” “İyi emme kasketimin içine beş kağıt saklamıştım!”Deli Memet bu işte! Ne demişler? “En akıllısı Deli Memet” demişler. “O da kazığa bağlı!”

 Düşmeye Göresin Bir Kere Demişler

Bir, “Hain-i vatan” diye yazıp, ilan etmedikleri kaldı. Ne faşistlikleri, ne solculukları ve ne de düşen maskeleri… Hepsi bir bir sıralandı. “12 Mart”ın kuyruk acısı, 11 Nisandan çıkarılıyordu. Düşmeye göresin, demişlerdi… Boşa söylenmemişti bu laf. İşte aynıyla vaki. Düne kadar önlerinde elpençe divan duranların, yarın neler yapacaklarını da göreceksiniz. Bitmeyen bir oyundur bu.Bekleyin. 11 adamdılar, adam. Hatalarıyla, yanlışlarıyla, sevaplarıyla ve de inançlarıyla on bir adam. Kulun hatadan münezzeh olduğu görülmüş müydü? Onların da elbet hataları vardı. Ama namusları, şerefleri ve haysiyetleri dimdik ayaktaydı. Bildikleri çok şey vardı bilmedikleri tek şey: Politika! Politikayı bilmiyorlardı. Bu yüzden ters düşüyorlardı.

Politikanın alfabesi, karşılıklı taviz vermeyle başlardı. Politikanın belirli kuralları vardı. Bu kuralların doğruluğu, yanlışlığı tartışılabilirdi. Ama politika yapınca, bu kurallara uymak gerekti. Fakat onların ne bu kuralları öğrenmeye niyetleri vardı, ne de hevesleri’.

Önce, “Sen bana bir kere gel, ben sana yirmi kere giderim» sözünü yadırgadılar. Oysa bunun yadırganacak yanı yoktu. Erim, politikayı biliyordu. Politikacıyı tanıyordu ve oyunun adı: P0litika’ydı. Futbol, futbolun kuralıyla, basketbol basketbolun kuralıyla oynanırdı. Politika da politikanın kuralıyla… Bu kuralı bilmedin mi, ters düşerdin… “11’ler” de ters düştüler. Aslında en büyük hataları, oyunun kuralının sonucunu işin başında görememeleriydi.

Devirler ışık gibi akıp gider, günler ses gibi gelip geçer, ama bir Karaosmanoğlu, bir Koçaş, bir Özgüneş, bir Çilingiroğlu, bir Olcay, bir Babüroğlu, bir Akyol, bir Derbil, bir Orel, bir Sav, bir Ömeroğlu unutulamaz… Hatalarıyla, sevaplarıyla ve inançlarıyla…

Geçmiş devirde vali bir köye gitmiş. Muhtarı çağırmış, “Bu köyü ağaçlandıracağız” demiş. “Hadi bakalım sıvayın kollarınızı, fidan dikin!” Akşama kadar köy arazisine yüzlerce fidan dikilmiş. Vali ayrılırken muhtara sıkı sıkı tembih etmiş :  “Gelecek yıl geldiğim zaman bu fidanları yeşermiş göreceğim.” Vali ertesi yıl köye gitmiş. Bakmış ki arazide fidan filan yok. Kızmış, muhtara haber salmış: “Bütün köylüyü toplasın, buraya gelsin!” Biraz sonra başta muhtar, bütün köylü çoluk çocuk çıkagelmiş. Vali hepsini azarlamış: “Ben size ne dedim? Hani fidanlar? Sizde hiç Allah korkusu, vicdan yok mu? Ne yaptınız fidanları? “

Muhtar boynunu büküp, çocukları göstermiş: Kusura bakma vali bey, bizim diktiklerimiz tutmuyor da, şey ettiklerimiz tutuyor. Biz de anlayamadık bu işi!