İstanbul’da Lezzet ile Tarih Turu

Konsolosluk binasından sağa doğru döneceğiz. Ancak sol tarafta, Tarlabaşı’na doğru inen Hamalbaşı Caddesi üzerinde ilginç bir yapı var. Burası, Katolik Rum cemaatinin kutsal üçlü anlamına gelen küi-sesi Ayias Trias. Kilise 19. yüzyılın ikinci yansında banker Corpi’nin bağışladığı arazi üzerine yapıldı. Küise bünyesinde Odigitria adlı bir de okul vardı. Yüzyıllar boyunca etkinlik gösteren Katolik misyonerler Doğu’da yaşayan farklı inançlardaki toplumlan Katolik yapmayı başanyorlardı. Misyonerler, Anadolu’da en çok Ermenüer arasında başarılı olmuşlardı. Rumlar’ın Katolik olmasının hikayesi daha farklı: 13. yüzyıldan başlayarak Ege Adaları’na, özellikle de Sakız’a yerleşen Cenova ve Venedikli tüccarlar adalarda kuşaklar boyu kalmışlardı. Bu süre içerisinde de adaların yerel halkı olan Rumlar üe evilik-ler yapmışlar ve Rumlaşmışlardı. Sonuç olarak kuşaklar boyu İtalyan adı taşıyan ancak ana dil olarak Frankiotiki’yi* benimseyen Katolik bir halk doğdu. Bu halk, ashnda ne Rum ne de İtalyan’dı. Avrupalılar tarafından Levanten veya Frenk, Osmanlılar tarafından ise Adalılar diye adlandırılan bu, grubun üyelerinin büyük bir kısmı 15. yüzyıldan sonra İstanbul’a göçtü. İşte bu cemaatin İstanbul’daki Rumlarla da kaynaşmasıyla oluşan Katolik Rum cemaati ilk olarak İstanbul’da ortaya çıktı. Cemaatin oluşumu 1850’lerde Ioannis Marangos adlı bir papazla başlar. Katolik Rumlar, Bizans’tan gelen ayin usulünü uygulapıaya devam ettiler.

İnanç, ibadet ve kutsal günlerde Ortodokslardan bir farklın bulunmamaktaydı. Ancak dini hiyerarşide en üst kişi olarak patrikliklerini değil, Papa’yı tanımakta, ayin sonunda da onun adını anmaktaydılar. Evlilik süreçleri de Ortodokslarla aynı olmakla birlikte yalnızca onlardan farklı olarak Katolik geleneğinin etkisiyle boşanamamak-taydılar. Zaten sayıca az olan Katolik Rum cemaati Rum Ortodokslarla birlikte azaldı ve 1971 yılında kilise Hakkari’den gelen Katolik Keldani cemaatine devredildi.

Sol cephede, Balık Pazarı’na (Sahne Sokak’a) geçişi sağlayan iki pasaj var. Bunlardan bir tanesi bir zamanlar önce kunduracıları, sonra da meyhaneleriyle ünlü olan Krepen (Crespin) Pasajı. Kre-pen Ailesi’nin yaptırdığı pasajın adı cumhuriyetin ilk yıllarında Krizantem Pasajı olarak değiştirildi. Krepen Pasajı günümüzde tamamen farklı bir görünümde Aslıhan Pasajı olarak çoğunlukla sahafları barındırıyor. Hemen yanındaki Avrupa Pasajı ise orijinalliğini koruyor. Pasajın adı Avrupa olsa da, içindeki dükkanların aralarında yer alan aynalardan dolayı Aynalı Pasaj olarak büiniyor.

Pasaj, Büyük Beyoğlu Yangım’ndan sonra inşa edüdi. Yangından önce pasajın bulunduğu yerde büyük bir çiçek bahçesi (Jardin des Fleurs) vardı. Osmanlıda ilk sirk gösterisi Louis Soullier tarafından 1856’da bu alanda düzenlenmişti. Daha sonraları Jardin des Fleurs’ün bir bölümünde Bay Bouin’in Hotel Restaurant des Palais des Fleurs’ü hizmete girdi. Biraz sonra göreceğimiz Naum Tiyatrosu’yla beraber bu alan kısa sürede Pera’da tiyatro, gösteri ve konserlerin yapıldığı merkez haline geldi. Beyoğlu yangını tüm binaları yok edince İngüiz tüccar Bay Scribe AvusturyalI mimar Pulcher’e Avrupa Pasajı’m yaptırdı. Açıldığı günlerde sade vatandaşlara hizmet veren pasajda kuaförler, ayakkabıcılar, Jambacılar, ibrişimciler, terzüer ve iplikçiler bulunuyordu. Bir de çiçekçi Sabuncakis’in bir şubesi…

Pasajdan geçerek kalabalık restoranların, meyhanelerin, taze su ürünleri ve balıklarıyla balıkçıların, rengarenk manavların yer aldığı Balık Pazarı’na çıktık. Burası, İstanbul’da her ne kadar eski günlerdeki kadar zengin olmasa da birçok balık çeşidini bir arada bulabileceğiniz ender yerlerdendir. İstanbul yüzyıllar boyunca sürekli artan nüfusu ve tarım alanlarının kısıtlı olması dolayısıyla sürekli tüketen bir “gırtlak kent” konumundaydı. Şehrin gereksinim duyduğu et, yağ, tarım ürünleri, meyve ve sebzenin tamamına yakını Anadolu ve Rumeli’den geliyordu. Ancak, balık söz konusu olduğunda İstanbul’un sıkıntı çektiği söylenemez. Adeta her tarafı denizle çevrili şehirde yerleşimin başladığından bu yana balık avlanıyor ve tüketiliyordu.

MS 3. yüzyılda Roma İmparatoru Caracalla zamanında Byzantion’da (İstanbul) bastırılan paraların üzerinde iki palamut balığı ile aralarmda bir yunusun olduğu kabartma vardır. Tarihçi Strabon da akıntının Khalkedon’dan (Kadıköy) Byzantion’a sürüklediği palamutların Haliç’te elle büe yakalandığını yazar. Hatta bir görüşe göre Haliç’e giren palamut sürülerinin güneş altında parıldayan görüntüsü, buraya “Altın Boynuz” denmesine sebep olmuştur. Deniz, ırmak veya göl kenarında kurulmuş kentlerin hepsi İstanbul kadar şanslı değildir.

Boğaz’ın sağladığı bazı koşullar İstanbullulara lezzetli balık yeme ayrıcalığını sunar. Karadeniz serin bir denizdir. Bu yüzden zaten yağlı olan Karadeniz balığı, akıntısı nedeniyle Karadeniz’den daha serin olan İstanbul Boğazı’na girince iyice yağlanır. Balığın Karadeniz’den Marmara’ya geçişine “Katavasya”, Marmara’dan Karadeniz’e geçişine ise “Anavasya” deniyor.

Strabon’un binlerce yıl önce bahsettiği gibi, palamut gerçekten de İstanbul’un balığıdır. İstanbul mutfağında önemli bir yer tutar. Tavası, ızgarası, pilakisi, kağıt kebabı, tepside ve kiremitte fırın kebabı, yahnisi, lakerdası, haşlaması, köftesi, ev konservesi, fümesi, kurutması, kısacası her türlüsü yapılır. Yaz sonunda görülen en ufağı çingene palamudundan en büyüğü toriğe kadar pek çok türü vardır. Palamut dışında eskiden İstanbul’da kalkan, uskumru, torik, küıç balığı, lüfer, çinekop, sarıkanat, kofana, gelincik, istavrit, sardalya bolca avlanırdı.

Devlet adalıları, hatta Sultan’Abdülaziz bile balık avına çıkar, zevk için tutulan balıklarla sandallarda mangal ve ızgara kurularak alem yapılırdı. İstanbul’u çevreleyen denizler, kirlilik, bilinçsiz ve aşın avlanma sonucu can çekişir duruma gelmeden önce İstanbullular adeta balığa doyuyordu. Eski zamanın gazeteleri Azapkapı’daki balık haline gelen kasalar dolusu fazla balığın denize döküldüğünü yazar. Balık denince akla Rumlar gelirdi. Türkler balıkla Rumlar sayesinde tanışmıştı. Hemen hemeiı bütün balık isimleri Rumca’ydı (mesela palamides, stavros, skombri, lufari, vs.). Rumlar balık avlama ve pişirme konusunda ustalaşmıştı. Çok az balık türü Türkler tarafından isimlendirilmiştir; kılıç, kalkan, kırlangıç gibi…

İstanbul’daki en bilindik balık çarşıları Anadolu yakasında Kadıköy, Bostancı, Üsküdar; Avrupa yakasındaysa Beyoğlu, Beşiktaş, Sarıyer’dir. Beyoğlu Balık Pazarı ise bunlar arasında belki en büyüğü değildir ama en yağlı müşteriyi kendine çeker.

Balık alan müşteri doğal olarak yanma salatasını da yapacak. İşte bu yüzden balık pazarının bir köşesi de manavlara ayrılmıştır. Sadece marulu, maydanozu değil, deniz börülcesinden istifnoya her çeşit ot bu zerzevatçılarda vardır. Öte yandan buradaki çeşitli kasaplarda da bıldırcın yumurtasından tavşan etine, İstanbul’un başka yerlerinde aransa da bulunamayan türlü lezzetler bulunabilir.